Turkey rights monitor logo
KİTLESEL GÖZALTILAR

İnsanlığa Karşı Suç

Türkiye'de otoriter bir hükümet, keyfi yargı kararlarıyla ve kitlesel gözaltılarla baskı ortamı yaratmaktadır. Açık kaynaklardan elde edilen verilere göre; 2014'ten bu yana, Gülen Hareketine mensup olduğu iddiasıyla en az [google_sheet_data range="Q2"] kişi, ülke genelinde yapılan [google_sheet_data range="P2"]'den fazla polis operasyonu sonucu gözaltına alınmıştır. Bu durum, günlük ortalama [google_sheet_data range="O2"] kişinin özgürlüklerinden mahrum bırakılması anlamına gelmektedir. Gülen Hareketi mensuplarına yönelik düzenlenen kitlesel gözaltı operasyonları hukuk sınırlarını çoktan aşmıştır. 2017'de tek bir operasyonda 3,224 kişi, 2016'da bir günde 2,745 hakim ve savcı, 2019'da ise aynı günde 1,112 kişi, Gülen Hareketi'ne mensup olma iddiasıyla gözaltına alınmıştır. BM Keyfi Tutuklamalar Çalışma Grubu [Görüş No. 66/2023 (Paragraf 63), Görüş No. 3/2023 (Paragraf 85), Görüş No. 66/2020 (Paragraf 67), Görüş No. 67/2020 (Paragraf 96) ve Görüş No. 84/2020) (Paragraf 76)] ve diğer uluslararası kurumlar, Türkiye'nin Gülen Hareketi mensuplarına yönelik  tutuklama ve gözaltı uygulamalarını insanlığa karşı suç olarak nitelendirmiş ve kınamıştır.

Toplam Gözaltı Sayısı
143000
Toplam Operasyon Sayısı
1000
Günlük Ortalama Gözaltı Sayısı
0
Günlük Ortalama Operasyon Sayısı
0
2014 yılından bu yana

Çıkışı Olmayan Labirent

Türkiye’de, Gülen Hareketi’ne mensup bireylere yönelik gerçekleştirilen polis operasyonları, özellikle Ankara, İstanbul ve İzmir gibi önemli metropollerde yoğunlaşmış durumdadır. Bu durumun başlıca sebeplerinden biri, operasyonların keyfi niteliğini de gösteren bir olgu olarak, operasyon kararlarının çoğunlukla Ankara merkezli İçişleri Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı gibi merkezi kurumlar tarafından alınması ve bu kararların söz konusu kurumlarca denetlenerek yürütülmesidir. İkinci bir sebep olarak, bu şehirlerde kamu sektörü çalışanı sayısının yüksek olması ve geniş çaplı operasyonların, hükümetin keyfi ‘arındırma’ politikasının bir yansıması olarak, genellikle kamu görevlilerini hedef alması gösterilebilir.

Son yıllarda Edirne ve Ege Bölgesi’nde operasyon ve gözaltı sayılarında bir artış eğilimi gözlemlenmektedir. Bu artış, Türkiye’deki baskılardan kaçmaya çalışan bireylerin Meriç Nehri veya Ege Denizi üzerinden yurt dışına çıkma teşebbüslerine paralel olarak, söz konusu bölgelerdeki operasyonların yoğunlaşmasına işaret etmektedir.

Sonuç olarak, geçtiğimiz on yıl boyunca, Türkiye Gülen Hareketi üyeleri için adeta çıkışı olmayan bir labirente dönüşmüş ve bu kişilere, cezaevleri dışında bir yaşam alanı bırakmamıştır.

Cadı Avının Kronolojisi

Gülen hareketi üyelerine yönelik kitlesel polis operasyonları 2014 yılı Nisan ayında 8 polisin gözaltına alındığı operasyon ile başlamıştır. Gülen hareketine yönelik zulüm, iktidar tarafından, Türkiye'de önemli bir kırılma anına işaret eden 15 Temmuz 2026 tarihli başarısız darbe girişimine dayandırılarak meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Ancak, veriler bu iddianın aksini göstermektedir. Gülen hareketi mensuplarına yönelik operasyonlar, 15 Temmuz 2016 öncesi zaten 72 ile yayılmış durumdaydı. Darbe girişiminden önce 250'den fazla operasyonda 5 bine yakın kişi gözaltına alınmıştı. Darbe girişimi sonrasında ise Gülen hareketi mensuplarına yönelik operasyonlar adeta 'kazıma' şeklinde gerçekleşmeye başlamıştır.

Bu kapsamda 2016, 2017 ve 2018 seneleri boyunca gerçekleşen binlerce operasyonda onbinlerce kişi keyfi şekilde gözaltına alınmıştır. İlerleyen yıllarda gözaltına alınan insanların sayısında göreceli bir düşüş gözlemlense de bu düşüşün istikrarlı olmadığı ve Gülen hareketi ile bir şekilde 'iltisaklı' olan herkesin hala hukuksuzca gözaltına alındığı bir gerçektir. 2024 senesi içerisinde ise bugüne kadar en az [google_sheet_data range="S2"] kişi gözaltına alınmıştır.

Turkey Rights Monitor

Türkiye’nin Kitlesel Gözaltı Serüveni

Türkiye’de iktidarın sosyal muhalefeti bastırmak için kullandığı araçlardan belki de en etkilisi olarak öne çıkan ve Türkiye’de kolluk kuvvetleri tarafından icra edilen toplu gözaltıların Erdoğan iktidarındaki ilk belirgin örneği, İstanbul Taksim Meydanı’nda gerçekleştirilen “Gezi Parkı protestoları” sırasında görülmüştür. 2013 yılı Mayıs ayında, Gezi Parkı’nın yıkılarak yerine başka bir yapı inşa edilmesinin gündeme gelmesi üzerine parkın yıkımına itiraz eden göstericilere polisin orantısız güç kullanarak müdahale etmesi sonrasında bütün Türkiye’ye yayılan protestolar yaklaşık bir ay sürmüştür. Protesto eylemlerinde biri polis, sekiz kişi yaşamını yitirirken, 10 bine yakın insan da yaralanmıştır.

İstanbul’da 715 ve Ankara’da 765 olmak üzere ülke genelinde Gezi Parkı protestolarına katılan 5,513 kişi gözaltına alınmıştır. 17 Aralık 2013 tarihi itibari ile ise sivillere ve bürokrasiye yönelik bir kıyım başlamıştır. Muhalifleri ve Gülen Hareketine mensup kişileri hedef alarak yapılan hukuk dışı gözaltılar hızla artarak toplumda korku ve nefret iklimine neden olmuştur. Gülen Hareketi'ne yönelik ilk kapsamlı gözaltı operasyonu 22 Temmuz 2014’de gerçekleştirilmiş, toplam 115 emniyet mensubu hakkında yakalama kararı verilmiştir.

İktidarın hukuk dışı talimatları doğrultusunda hareket eden yargı mensupları, Anayasa ile temel hak ve hürriyetler kapsamında garanti altına alınan ve hiçbir suç unsuru içermeyen yasal faaliyetleri, “iltisak delili” kabul ederek hüküm vermişlerdir. Hükümet ve devletin yetkili organları tarafından faaliyetlerine izin verilen ve devletin ilgili kurumlarının denetiminde faaliyet yürüten Harekete yakın kurumlarla resmi ilişki içinde olmak, ihtiyaç sahiplerine insani yardım ulaştırılması amacıyla Kimse Yok Mu Derneği’ne bağışta bulunmak, Bank Asya’da banka hesabı açtırarak para yatırmak, gazete ve dergiye abone olmak, eğitim kurumlarına çocuğunu göndermek ve/veya evinde Fethullah Gülen’in hakkında yayın yasağı bulunmayan kitaplarını bulundurmak gibi, 2013 yılı Aralık ayına kadar başta Erdoğan olmak üzere tüm AKP mensuplarının överek teşvik ettikleri faaliyetler, rüşvet ve yolsuzluk operasyonu sonrasında bir anda “suç delili” olarak kabul edilmeye başlanmıştır. Bahsi geçen “suç delilleri” sebebiyle on binlerce insanın özgürlük ve güvenlik hakkı ihlal edilmiştir.



AİHM’nin 26 Eylül 2023 tarihli Yüksel Yalçınkaya v Türkiye kararı "FETÖ/PDY" kaynaklı ceza yargılamalarının bütününe dair ilk karardır. Karar ile, Türkiye’de tüm ceza mahkemelerinde gerek ispat yükü gerekse de ispat standardı açısından benimsenen yaklaşımın AİHS madde 6 (Adil yargılanma hakkı) hükmünü ihlal ettiği açıkça ortaya konulmuştur. Keza AİHM anılı kararla, geçmişteki bir dizi yasal faaliyet açısından, suç isnadının delili olduğuna yönelik ulusal mahkemelerce geriye dönük yapılan yorumun da AİHS madde 11 (Toplantı ve dernek kurma özgürlüğü) ve özellikle de AİHS madde 7 (Kanunsuz ceza olmaz) hükmüne aykırı olduğunu hüküm altına alarak, özellikle TCK madde 314/1 ve madde 314/2 kapsamında kalan iddia ve mahkumiyetlerin hukuksal dayanaklarını ortadan kaldırmıştır. 

Kısacası AİHM, Yalçınkaya kararıyla Bylock kullanmanın, Bank Asya’da hesap sahibi olmanın, KHK ile kapatılan sendikaya üye olmanın, KHK ile ihraç edilmenin, gizli tanık beyanı esas alınarak terör örgütü üyesi olarak adlandırılmasının suç olmadığını, ve bu fiiller çerçevesinden verilen mahkumiyetlerin de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 6, 7 ve 11. Maddelerinin ihlali olduğu yönünde  hüküm vermiştir. 

Ancak bahsi geçen faaliyetler günümüzde hala  kolluk ve yargı mensupları tarafından kişiyi hürriyetinden mahrum bırakacak  “suç delilleri” olarak kabul görmektedir. 



Bu sayfada yer alan veriler, açık kaynaklar üzerinde kapsamlı bir inceleme yapılarak derlenmiş, illere ve faaliyet tarihlerine göre listelenip analiz edilmiştir. Elde edilen veriler toplu gözaltı operasyonlarının tamamını yansıtmamaktadır. Ancak kitlesel gözaltıların korku yaymak amacıyla bilinçli olarak kamuoyuna açıklandığı değerlendirildiğinden hata payının düşük olduğu tahmin edilmektedir.

Birleşmiş Milletler’in Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi başta olmak üzere bütün uluslararası insan hakları sözleşmelerinde insan onuru ve haysiyeti esas alınmıştır. İnsanın onurlu ve haysiyetli yaşayabilmesi için ifade edilen temel haklardan birisi ise özgürlük hakkıdır. Bu hak, başta Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Bildirgesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi olmak üzere uluslararası ve ulusal tüm metinlerde yer almaktadır. Medeni ve Siyasal Haklara İlişkin Milletlerarası Sözleşme’ nin 9. maddesi özgürlük ve güvenlik hakkını oldukça detaylı olarak ortaya koymaktadır. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ nin 3 ve 9. Maddeleri de bu hususu düzenlemektedir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) de “özgürlük ve güvenlik hakkı” başlığını taşıyan 5. maddesinde bu hakkı ele almaktadır. Ulusal mevzuatın temel kaynağı olan Anayasa, 19. maddesinde AİHS’ e paralel bir şekilde “Kişi hürriyeti ve güvenliği” ni hüküm altına almaktadır.

Kitlesel gözaltılar baskıcı rejimin en belirgin araçlarından biri olarak, toplumda yaygın bir korku ve endişe yaratmakta, bireylerin ifade özgürlüğünü ve toplumsal muhalefeti ciddi şekilde kısıtlamaktadır. Türkiye, kitlesel gözaltılar yoluyla beslenen bir korku ve baskı ortamına evrilmiştir Bu korku ikliminin arkasında, yürütme yetkisini keyfi bir şekilde kullanarak toplumsal yapıyı dönüştürmeye çalışan otoriter bir hükümet bulunmaktadır.

Operasyonlardan Sorumlu olan Görevliler

Türkiye’deki gözaltı operasyonları, iktidar yanlısı olmayan bireylere yönelik sistematik bir baskı ve kriminalizasyon kampanyasının bir parçasıdır. Gülen Hareketi üyelerine yönelik yapılan operasyonlar haksız ve siyasi saiklerle yürütülmekte, temelsiz suçlamalar için kılıf bulunmaya çalışılmaktadır. Hükümetin bu tavrı, Gülen Hareketi mensuplarını susturmayı, hareketi zayıflatmayı ve toplum içindeki itibarını yok etmeyi amaçlamaktadır.

Adalet bakanı, İçişleri Bakanı, il emniyet müdürleri, başsavcılar ve emniyet genel müdürleri gibi yetkililer, hükümetin bu politikasını uygulayan kişiler olarak görülmekte ve bu süreçte hukuki ve demokratik ilkeler ihlal edilmektedir. Türkiye’de ‘makbul’ insan olmak, Gülen Hareketi üyelerine yapılan eziyetle ölçülmektedir. En fazla operasyonda imzası olan isim, halk ve iktidar nezdinde koltuğunu en çok hak eden isim olarak kabul edilmektedir. Türkiye’de yetkili kişilerin Gülen Hareketi üyelerine yönelik uygulamaları, Stanford deneyini akıllara getirmektedir.

Hukuksuzluk yarışında adını tarihe yazdırmak isteyen sorumlular, Gülen Hareketi üyelerine yönelik gerçekleştirdikleri operasyonlarda yalnızca koltuklarını korumakla kalmıyor, aynı zamanda bu durumdan vicdan muhasebesinden uzak bir şekilde keyif almaktadırlar. Sorumluların her operasyonun ardından Gülen Hareketi mensuplarına ‘göz açtırmayacaklarına’ dair şuursuzca alkışlanan ifadeleri, durumun vehametini ve Türkiye’de demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları değerlerinin nasıl erozyona uğradığını, toplumsal barış ve uyumun nasıl zedelendiğini göstermektedir.